15 Mart 2024 Cuma

Arı popülasyonu neden azalıyor?

Tozlayıcılar ya da polen taşıyıcılar ekosistemlerin hayati bileşenleridir ve bitki üremesinde, biyolojik çeşitliliğin korunmasında, gıda üretiminde, ekosistemin işleyişinde ve insan refahında önemli rol oynarlar. Arılar bu tozlayıcıların en bilinenidir. Tozlayıcı popülasyonlarının korunması sağlıklı ekosistemlerin sürdürülmesi ve tarım ile gıda sistemlerinin yeterliliğinin sağlanması açısından çok önemlidir. Arılar ve diğer polen taşıyıcılar olmasa hepimize yetecek miktarda sebze ve meyve üretebilmek oldukça zorlaşır.

Son birkaç on yılda arı ve diğer polen taşıyıcı popülasyonlarındaki düşüş, birçok unsurun katkıda bulunduğu karmaşık bir sorundur. İnsanların yeryüzü üzerinde yarattıkları etki arttıkça bu unsurların toplam etkisi de doğanın kabullenebileceği seviyenin üzerine çıkmaktadır.

Tozlayıcı popülasyonlarındaki azalmanın başlıca nedenlerinden biri habitat kaybı ve parçalanmasıdır. Kentleşme, tarımsal genişleme ve arazi kullanımındaki değişim, polen taşıyıcıların yuvalanması, yiyecek arama ve üremesi için gerekli olan çayırlar, otlaklar ve ormanlar gibi doğal yaşam alanlarının tahrip edilmesine ve parçalanmasına yol açmıştır. Eskiden tarlalar arasında bırakılan küçük aralıklar bile bu canlıların varlığına destek olurken bugün yaptığımız endüstriyel tarım insandan başka canlıların yaşamasına imkan tanımamaktadır.

Endüstriyel tarımın önemli destekçilerinden olan pestisitlerin, özellikle de neonikotinoidlerin ve diğer sistemik böcek öldürücülerin yaygın kullanımı, arı popülasyonlarındaki düşüşün başta gelen nedenlerindendir. Bu kimyasallar tarımda istenmeyen zararlıları kontrol etmek için kullanılır ancak arılar ve diğer polen taşıyıcılar da dahil olmak üzere varlığı istenen canlılar üzerinde zararlı etkiler yaratır. Pestisitler arıların bağışıklık sistemlerini zayıflatır, yön bulma ve yiyecek arama yeteneklerini bozar ve hatta ölümlerine neden olabilir.

Endüstriyel tarımın bir diğer uygulaması olan geniş alanlarda tek ürünün ekildiği monokültür tarımı, çiçek çeşitliliğinin kaybolmasının başlıca nedenidir. Arılar ve diğer tozlayıcılar, nektar ve polen için çok sayıda ve çok çeşitli çiçeklere ihtiyaç duyarlar. Bu çiçek kaynaklarının kaybı, tozlaştırıcılar arasında yetersiz beslenmeye ve üreme başarısının azalmasına neden olabilir. 

İklim değişikliği sıcaklık artışının yanı sıra bitki türlerinin dağılımını ve bolluğunu etkiler, bu da tozlaştırıcılar için gerekli olan gıda kaynaklarının kullanılabilirliğini azaltır. Sıcaklık ve yağış düzenindeki değişiklikler, çiçeklenme ve tozlaştırıcı faaliyetinin zamanlamasını bozduğundan dolayı bitkiler ve tozlayıcılar arasında uyumsuzluklara yol açabilir. Bitkiler çiçek açtığı zaman arıların da orada olması doğanın alışılan işleyişidir. Bu ikisinden birinin gecikmesi ya da erken gelmesi tüm sistemin duraklamasına neden olur.

Artık her yana yayılmış olan araç emisyonlarından ve tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan hava kirliliği, çiçeklerin kimyasal bileşimini etkileyip polen taşıyıcılar için çekiciliğini azaltarak tozlayıcılar üzerinde dolaylı etkilere sahip olur. Kirletici maddeler aynı zamanda arıların koku alma duyuları ve yön bulma yeteneklerini de bozduğundan dolayı tozlama faaliyeti zorlaşır.

Bu yazı Anadolu Ajansı'nda Analiz olarak yayımlanmıştır.

5 Mart 2024 Salı

Avrupa'nın Yenilenebilir Enerji Üretimindeki Yavaşlığı

Avrupa'nın önde gelen enerji şirketlerinden biri olan Siemens Enerji’nin genel müdürü Christian Bruch’a göre, AB yetkilileri Çin'in "ucuz" rüzgar enerjisi ekipmanına erişimini kesmediği takdirde, Avrupa'nın rüzgar enerjisi sektörü de harap olmuş güneş enerjisi endüstrisiyle aynı kaderi paylaşacak. Bruch’a göre Avrupalı bir rüzgar enerjisi endüstrisinin olması isteniyorsa Çinli firmaların  Avrupa’da rahatça ucuz ürünler satması kalite kuralları konularak engellenmelidir.

Bir adım geri çekilerek bunu dikkatlice incelememiz gerekiyor. Bu incelemedeki en önemli sorumuz da “en çok istediğimiz şey ne?” olmalı. Yeryüzünün ve insanlığın başındaki en büyük belanın iklim krizi olduğunu ve bu belanın çok kısa sürede çözülmesi gerektiğini gören biri olarak öncelikle bu belanın sebeplerine bakıyorum. İklim krizinin baş sorumlusu da enerji üretimi için yakılan kömür, petrol ve doğal gazdır. Dolayısıyla da önceliğimiz enerji sistemimizi fosil yakıtlardan arındırmak olmalıdır. Bunu yapmanın en kısa yolu ise enerji üretiminde rüzgar ve güneş gibi iki yenilenebilir kaynağa yüzümüzü dönmektir.

Enerji ihtiyacını yenilenebilir kaynaklardan gidermenin ötesinde, bunu hemen yapmak zorundayız. Yeryüzü ve insanlık için tehlikeli olacak sınırları aşmamak için önümüzde çok kısa bir süre kaldı, bu nedenle de başka endişeleri iklim krizinden daha öne çıkaracak lüksümüz artık kalmadı.

Bunları topladığımızda Çin’in son on sene içerisinde geleceği daha net biçimde öngörüp gerekli hazırlıkları daha önceden yapmaya başladığını görüyoruz. Avrupa her ne kadar iklim alanında öncü olarak görülse de iklim krizinin gereklerini hızlı biçimde algılayarak gerekli önlemleri almayı beceremedi. Bu yavaşlığı Rusya-Ukrayna savaşının başlarında bütün açıklığı ile ortaya döküldü. Rusya’dan aldıkları doğal gaza o denli bağlıydılar ki alternatifleri hızla devreye sokamadılar.

Avrupa ve Almanya sera gazı salımlarını azaltmak için iki basamaklı bir plan yapmıştı. Önce doğal gaz kullanarak kömür bağımlılığını azaltmak, sonra da yenilenebilir enerji kullanarak doğal gaz bağımlılığından kurtulmak. Bu tür planlar gayet mantıklıdır ancak bir de bu planların zaman kısıtı olmalıdır. Yani kömür bağımlılığından kurtulmak için hedef 2025, tüm fosil yakıtlardan kurtulmak için de hedef 2030 diyerek tüm kaynakları buna seferber ederseniz bu tür planların başarı şansı vardır. Otokratik Çin sistemi buna benzer bir yapıda çalışıyor. Avrupa’da bu sistemin çalışmaması için ana neden günün sonunda değişik sektörlerin parlamento üzerinde kurdukları baskı. Yenilenebilir enerji sektörüne yeterince kaynak ayrılmadığı için daha hızlı davranan Çin bu alanda liderliği ele geçirdi. Bu, Avrupa hantal yapısının otokratik ve hızlı Çin’e yenilmesidir.

Ancak sorun aslında bu değil. Bugün karşımızdaki soru şu: Çin’e karşı yenilenebilir enerji sektöründeki yenilgiyi kabullenip iklim krizi karşısındaki savaşı kazanmayı mı amaçlamak gerekiyor? Yoksa aslında iklim krizini durdurmak için savaşıyor olsak da yenilenebilir enerji sektörünü korumak mı önceliktir?

Benim tercihim bu yenilgiden dersler çıkararak iklim krizi savaşını kazanmaya odaklanmak olurdu. Kısacası, Çin akıllı hareket ederek rüzgar ve güneş enerjisi sistemlerinde bir egemenlik kurdu. Bizim gibi ülkeler de enerji üretimleri için hızla yüzlerini Çin’e dönerek bu ucuz üretimden faydalanmak zorundalar çünkü biz kömür, petrol ve doğal gaza döviz harcıyoruz. Bu harcamayı ne kadar sürede azaltabilecek olursak ülke ekonomisi açısından da o derece akıllı bir hareket yapmış oluruz. Bu konuya sadece ekonomi açısından bakanlar için mantıklı bir yaklaşım. Ama bunun ötesinde iklim krizi ile savaşta kaybedecek vaktimiz yok. Yani “Avrupa bu teknolojileri geliştirsin” ya da “biz bu teknolojileri geliştirelim” diye bakabilme lüksümüz bundan 20 sene önceydi. Biz de Avrupa da bu adımları 20 sene önce atmalıydı, atmadık. “Bugün bu teknolojileri geliştirmeye çabalamayalım” dememiz mantıklı değil fakat artık enerjimizi sadece bu teknolojileri geliştirmeye ayıracak lüksümüz kalmadı. Çinliler ucuza yenilenebilir enerji santralleri yapıyorlarsa, ne güzel, bizim acilen yenilenebilir enerjiye ihtiyacımız var. Avrupa gibi yapıp, yerli sanayiyi korumaya çalışmak yerine pragmatik davranıp enerji güvenliğimizi öne çıkartmak zorundayız.

Avrupa bu konuda ne yapacağına kendi karar verebilir. Ancak Avrupa’nın bu konuda alacağı kararlar bizim açımızdan da bağlayıcı olmamalı, bunu kabul etmemize imkan yok. Yani, “ben Çin’den rüzgar santrali almıyorum, benimle çalışan devletlerin de almasını istemiyorum” bugün için ne ülkemizin ne de iklimin yararına olan bir yaklaşımdır ve bu yaklaşıma her şart altında direnmemiz gerekir. 

Avrupa, iklim krizinden bizim kadar kötü etkilenmeyecek, dolayısıyla bizim en hızlı biçimde önlem alarak kendimizi korumamız gerekiyor. Hem enerji bağımsızlığı alanında hem de iklim krizine sağlamamız gereken uyum alanında. Bundan dolayı da şu soruyu sormakta fayda var: Avrupa bizden ithal ettiği ürünler bağlamında bize önce “bu ürün yenilenebilir enerji ile mi üretildi?” diye mi sorar yoksa önce “bu ürün Çin’den aldığınız rüzgar ve güneş santralinden üretilen yenilenebilir enerji ile mi hazırlandı?” şeklinde mi?  Bence bu sorunun cevabı açık, o nedenle de Avrupa ne yaparsa yapsın bizim hızla yenilenebilir enerji yatırımlarını artırmamız gerekiyor.


1 Mart 2024 Cuma

Biyoçeşitlilik Kaç Para Eder?

Biyoçeşitlilik, bir ekosistemdeki canlı türlerinin çeşitliliği ve bu türler arasındaki genetik çeşitlilik olarak tanımlanır. Biyoçeşitlilik, gezegenimizdeki yaşamın zenginliğini ve çeşitliliğini ifade eder. Bu çeşitlilik; bitkiler, hayvanlar, mikroorganizmalar ve diğer organizmaları içerir. Biyoçeşitlilik, ekosistemlerin sağlığını ve işlevselliğini sürdürmek için çok önemlidir. Bir ekosistemdeki farklı türler, birbirleriyle karmaşık ilişkiler içinde bulunur ve birçok ekosistem hizmetini sağlar. Örneğin, bitkiler oksijen üretir, toprak erozyonunu önler, su döngüsünü düzenler ve habitat sağlarlar. Aynı şekilde, hayvanlar, tozlaşma, toprak havalandırması ve zararlıları kontrol etme gibi önemli işlevleri yerine getirir. Biyoçeşitliliğin korunması, insanların doğal kaynaklara erişimini ve yaşam kalitesini etkiler. Tarım, ilaç endüstrisi, turizm, ve diğer sektörlerde biyolojik kaynaklara dayalı olarak ekonomik fırsatlar sağlar. Ancak, insan etkinlikleri, habitat kaybı, iklim değişikliği, kirlilik ve türlerin yok olması gibi tehditler biyoçeşitliliği tehlikeye atar.

Biyoekonomi, biyolojik kaynaklardan elde edilen ürünler ve hizmetlerin ekonomik olarak değerlendirilmesi ve kullanılmasıyla ilgilenen bir kavramdır. Bu kavram, biyoteknoloji, tarım, orman yönetimi, gıda üretimi, ilaç endüstrisi ve çevre koruma gibi alanları içerir. Biyoekonomi, doğal kaynakların sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesi ve kullanılması yoluyla ekonomik büyümeyi teşvik eder. Bununla birlikte, biyoekonomi aynı zamanda çevresel sürdürülebilirlik ve toplumsal refahın artırılmasını da amaçlar. Bu nedenle, biyoekonomi, doğal kaynakların sürdürülebilir bir şekilde kullanılması ve biyolojik çeşitliliğin korunmasıyla ilgili ekonomik değerlendirmeleri de içerir. Biyoekonominin temel amacı, ekonomik büyümeyi desteklerken çevresel ve sosyal sorumluluğu da gözetmektir.

Biyoekonomi dediğimizde aklımıza sürekli biyolojik kaynakları kullanarak elde edilebilecek kazanç geliyor. Oysa üstlerine bir fiyat etiketi koymak kolay olmasa da esas biyolojik kaynaklar üzerine fiyat etiketi koyamadıklarımızdır. 

Biyoçeşitlilik, bitkilerin çiçeklerinin polenlerinin bir türden diğerine taşınmasını sağlayan farklı türlerin arasındaki etkileşimleri içerir. Bu, meyve ve tohumların oluşumunu sağlar ve çoğu bitki ürününün üretiminde kritik öneme sahiptir. Arılar, kelebekler, kuşlar ve diğer hayvanlar, bitkilerin polinasyonunda önemli rol oynar. Biyoçeşitliliğin azalması, polinatör türlerinin kaybına ve dolayısıyla tarım verimliliğinde düşüşe neden olabilir.

Biyoçeşitlilik, sulak alanlar, nehirler ve göller gibi su sistemlerinin temizlenmesine yardımcı olur. Farklı türler, suyun temizlenmesinde farklı roller üstlenir. Örneğin, sucul bitkiler, zararlı maddeleri emer ve suyu filtreler. Aynı zamanda, mikroorganizmalar sucul ekosistemlerde organik atıkları parçalar ve suyun temizlenmesine katkıda bulunur. Biyoçeşitliliğin azalması, su kalitesinin düşmesine ve su kaynaklarının kirlenmesine neden olabilir.

Biyoçeşitlilik, bitki örtüsünün büyümesi ve gelişmesi yoluyla atmosferden karbon emilimini artırır. Bitkiler, fotosentez süreci sırasında karbondioksidi emer ve oksijen üretirler. Ayrıca bitki örtüsü, karbonu toprakta depolayarak karbon döngüsünü dengelemeye yardımcı olur. Ormanlar, mangrov ormanları, çayırlar ve diğer ekosistemler, karbon emiliminde önemli bir rol oynar. Biyoçeşitliliğin azalması, karbon emilimini azaltabilir ve iklim değişikliğinin etkilerini artırabilir.

Biyoçeşitlilik, ilaç endüstrisi için önemli bir kaynaktır çünkü doğal çevredeki bitkiler, mantarlar ve mikroorganizmalar, çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılan etkin bileşenler içerir. Ormanlar, yağmur ormanları ve denizler gibi çeşitli ekosistemler, biyoçeşitliliğin ilaç endüstrisine sağladığı potansiyel kaynaklardır. Biyoçeşitliliğin azalması, yeni ilaç keşfi ve geliştirilmesinde engeller oluşturabilir ve insan sağlığı için önemli tedavi seçeneklerinin kaybına neden olabilir.

Bu nedenlerle biyoçeşitlilik; polinasyon, su temizliği ve karbon emilimi gibi ekosistem hizmetlerinin sağlanmasında kritik bir rol oynar ve insanların sağlığı, refahı ve ekonomisi için önemlidir. Bu ekosistem hizmetlerinin korunması ve sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesi, biyoçeşitliliğin öneminin vurgulanmasını gerektirir. 

Biyoçeşitliliğin korunması, biyoekonomi üzerinde bir dizi olumlu etkiye sahiptir. Mesela biyoçeşitliliğin korunması, biyolojik kaynakların sürdürülebilir kullanımını teşvik eder ve bu da yenilik ve inovasyonu destekler. Farklı bitki ve mikroorganizmalar, yeni ilaçlar, tarım ürünleri, biyoyakıtlar, biyoplastikler ve diğer biyolojik tabanlı ürünlerin keşfi ve geliştirilmesi için potansiyel kaynaklar sağlar. Ayrıca biyoçeşitliliğin korunması, ekosistem hizmetlerinin devamını sağlar. Polinasyon, su temizliği, toprak verimliliği, karbon emilimi ve diğer ekosistem hizmetleri, biyoçeşitliliğin sağlıklı ekosistemlerde varlığına dayanır. Bu hizmetler, tarım, su kaynakları yönetimi, iklim değişikliği ve diğer alanlarda ekonomik faydalar sağlar. Son yıllarda bu açıdan yaşanılan kayıplar özellikle tarımda ciddi kayıplara neden olmuştur.

Turizm ve rekreasyon sektörleri de biyoçeşitlilik kaybından etkilenir. Korunan doğal alanlar; doğa turizmi, kuş gözlemciliği, doğa yürüyüşleri ve diğer açık hava etkinlikleri için cazip yerlerdir. Ülkemizde fazla değerlendirilmese de bu tür turizm faaliyetleri, yerel ekonomilere önemli gelir sağlar ve iş imkanları yaratır. 

Biyoçeşitliliği korumak, sürdürülebilir tarım ve orman yönetimini teşvik eder. Çeşitli bitki ve hayvan türlerinin varlığı, zararlılarla mücadelede doğal düşmanlar ve hastalıklara karşı dirençli çeşitlerin kullanımı gibi entegre zararlı yönetimi tekniklerini destekler. Aynı şekilde, ormanların sürdürülebilir yönetimi, biyoçeşitliliğin korunmasına ve orman ürünlerinin uzun vadeli kullanımına odaklanır. Bugün çoğu üretimde doğal malzemelerin kullanılması ve sürdürülebilirlik tercih ediliyorsa, bunun sağlanması için orman kaynaklarının çeşitliliğinin de korunması gerekmektedir. Bundan dolayı biyoçeşitlilik odaklı işletmeler, biyolojik kaynaklardan elde edilen ürünler ve hizmetlerin sürdürülebilir üretimini ve tüketimini teşvik eder. Bu, doğal kaynakların verimli ve etkin bir şekilde kullanılmasını sağlayarak ekonomik büyümeyi ve istihdamı destekler.

Sürdürülebilirlikten bahsettiğimiz zaman çoğunlukla çevre ve doğa konularından bahsediyormuşuz gibi bir his doğuyor. Evet, çevrenin sürdürülebilirliği genel anlamda sürdürülebilirliğin başlıca temellerinden birini oluşturuyor. Ama doğanın bize sağladığı hizmetleri binlerce yıldır hep elimizin altında kabul ettiğimizden bunlara bir ekonomik değer biçmemişiz. Oysa Toroslardaki yörükler artık daha düşük sıcaklıkta da yaşamlarını sürdürebilen arıları satın alarak kiraz yetiştirmeye devam ediyorlar. Eskiden doğada serbestçe var olan bu canlılar artık parayla alınıp satıldığı için biyoekonominin bir parçası haline geldiler. Dolayısıyla doğada serbestçe var olan biyoçeşitliliği korumanın da maddi bir değeri oluşmaya başladı. İnşallah bu değer ödeyemeyeceğimiz bir seviyeye ulaşmadan gözlerimizi açıp biyoçeşitliliğin de değerli olduğunu kavrarız.

Bu yazı EkoIQ dergisinde yayımlanmıştır.

Son Buzul Erimeden

Gezegenimizdeki buzulları kabaca ikiye ayırabiliriz. İlki çoğumuzun aklına gelen kuzey ve güneyde kutupları kaplayan buzullar, diğeri de yüksek dağların tepelerindeki buzullar. Lisedeki coğrafya derslerinde 5000 metre yüksekliğin üzerindeki buzulların 12 ay erimeden kalacaklarını öğrenmiştik. Ancak bu, günümüzde pek doğru değil çünkü küresel ısınma nedeniyle vadiler ısındıkça onların tepesindeki buzullar da yavaş yavaş erimeye başlıyor.

Dağlık bölgelerdeki buzullar aşağılarda yaşayan çoğu insanın temiz su kaynağını oluşturuyor. Himalayalardaki buzullar Çin, Hindistan ve Orta Asya’daki altı nehrin ana su kaynağını oluşturuyor. Bu buzulların önümüzdeki yıllarda tamamen erimesinin yeryüzünün en büyük nüfusunu barındıran bu bölge için ne anlam taşıyacağını anlayabilmek çok da zor değil.

Benzer bir sorun ülkemiz için de geçerli. Fırat ve Dicle Doğu Anadolu’daki yükseklere yağan karın yavaş yavaş erimesiyle beslenen iki nehrimiz. Ancak yağış artık kar olarak değil de yağmur olarak düşmeye başladığında hem suyun akış rejimi değişiyor hem de bölgedeki toprak erozyonu önlenemez biçimde artıyor. Bu tür sorunlar her taraftaki yüksek dağlar ve çevresindeki bölgeler için geçerli. Bu buzullardaki su bittiği zaman oluşacak kuraklık büyük insan hareketliliğine de yol açacak.

Ama kutuplardaki buzullar çok daha büyük bir tehlike barındırıyor. Büyük dağların tepesine tekrar kar yağacak olursa susuzluk sorununu hafifletmek mümkün ama kutuplardaki buzulların oluşması binlerce, hatta milyonlarca yıl sürdüğünden o buzullar bir kez eridiler mi tekrar yerine koymak mümkün olmuyor.

Ayrıca gezegenimizin kuzey ile güneyi arasında önemli bir fark var. Güneyimizde epey büyük bir kara parçası ve onun üzerinde birkaç kilometre kalınlıkta buz tabakası var. Kuzeyimizde ise sadece deniz ve o denizin üzerinde birkaç metre kalınlıkta bir buz tabakası bulunuyor. Dolayısıyla kuzeydeki buzu eritmek son derece kolay, zaten son elli yılda kuzeydeki buzun yarısı da bu şekilde eriyip gitti. Kuzey Kutbu’nda buz kalmadığı ve oranın açık deniz olduğu günleri görmek için çok uzun süre beklemek gerekmeyecek.

Kötü haber Kuzey Kutbu’ndaki buzulların erimesi kuzey bölgelerin ısınmasını da artıracak. İyi haber ise, bu buz çok ince olduğundan erimesi deniz seviyesine ciddi bir etki etmez. Ama Antarktika ve Grönland üzerindeki buzullar böyle değil. Bu buzullar kara üzerinde olduklarından eridiklerinde doğrudan deniz seviyesini artırıcı etki yapıyorlar.

Antarktika ve Grönland’daki toplam buz miktarına baktığımızda bu buzulların erimesinin yeryüzündeki deniz seviyesini 80 metre civarında yükselteceğini görüyoruz. Bunun ne derece büyük bir felaket olacağını anlatmaya gerek yok sanırım. Ama, Taksim’in bir ada olup Çamlıca Adası’ndan Taksim Adası’na motorla gideceğimiz günleri bizler görmeyeceğiz çünkü özellikle Antarktika’nın bir kısmının erimesi öyle kolay değil.

Yalnız Grönland ve Antarktika’nın ortak bir özelliği var. Bu iki kara parçası da ortası kenarlara göre oldukça yüksek bölgeler. Dolayısıyla da sadece buzlar eriyerek suları denize akmıyor. Dev buz kütleleri de denize doğru kayabiliyorlar. Bunu engelleyen ise karanın bittiği yerde milyonlarca yıldır birikmiş olan buz kütleleri. Yükseklikleri birkaç yüz metre olan bu kütlelerin erimesini belgesellerde görüyoruz. Esas kötü olan bu kütleler eridikten sonra kara üzerindeki buzun aşağıya doğru kaymaya başlaması. Bu bağlamda Grönland ve Antarktika’nın batı kesimleri daha kritik durumda. Bu yüzyıl içerisinde bu iki bölgedeki buzulların tamamen eriyip denize karışmaları büyük bir sürpriz olmayacak. Doğu Antarktika’nın ise bu hızda erimesi beklenmiyor. Ancak Grönland ve Batı Antarktika’nın erimesi tüm dünyadaki deniz seviyesini yaklaşık on metre yükseltebilir. Ne yazık ki deniz seviyesindeki olası hızlı artışı gören nesil de bizler olabiliriz.

Kutuplar genelde bizden çok uzakta olduğundan onları tamamen hafızamızdan çıkartıyoruz. Arada penguenleri gösteren belgeseller gördüğümüzde “ay ne şirin” demekle yetiniyoruz sadece. Ama gerçekte gezegenimizin kutuplarında çok önemli değişiklikler oluyor ve bu değişiklikler küresel ısınmanın şiddetlenmesiyle birlikte artıyor. Bu erimeyi azaltmak için iklim krizini durdurmaktan başka çare yok. Etkilerinden kendimizi korumak içinse aklımızı kullanmamız gerekiyor, son buzul erimeden.

Bu yazı Dünyahali'nde yayımlanmıştır.


29 Şubat 2024 Perşembe

Küresel Riskler Raporu

Dünya Ekonomik Forumu her sene ocak ayında iş dünyasının gelecek iki veya on yılda öngördüğü en önemli riskleri içeren Küresel Riskler Raporu’nu yayımlar. Bu raporun hazırlanmasında tüm dünyadan çok sayıda iş insanının görüşü alınır ve sonuçta ortaya iş dünyasının genel görüşünü yansıtan bir rapor çıkar. Bu raporun sonunda, tüm ülkelerdeki iş insanlarının görüşleri ülke bazında da yer alır.

Uzunca bir süredir ülkemizdeki iş insanlarının küresel bağlamda belirlenen risklerden oldukça farklı olguları tehlike olarak belirlediklerini gözlemliyoruz. Bu, ülkemizdeki iş insanlarının dünyada olan bitenden bihaber olmalarından değil ülkemizin hızla değişen ve diğer ülkelerde benzeri pek de görülmeyen bir dinamiğe sahip olmasındandır. Bundan dolayı da iş dünyamız genel olarak uzun vadeli risklerde bile günlük olayların fazlasıyla ötesinde bir bakış açısına sahip olmakta zorlanmaktadır.

2024 çoğu ülkede kritik seçimlerin yapılacağı bir senedir. Bu nedenle de özellikle kısa vadeli risklerde bu seçimlerde oluşacak sonuçlar büyük önem taşımaktadır. Bu seçimlerde de artık gerçeklerden öte başta sosyal medya üzerinden yayılan olmak üzere çoğu yanlış ve çarpıtılmış içerik başrolü oynamaktadır. Dolayısıyla da iş dünyası yakın vadedeki en önemli risk olarak bu yanlış ve çarpıtılmış bilgileri görmektedir.

Yanlış ve çarpıtılmış bilgiler ABD gibi ülkelerde önemli bir politik rol oynasa da etki bununla kısıtlı değildir. Günümüzde gerçek ve doğru bilgi zor bulunmuyor olsa da yanlış ve çarpıtılmış bilginin miktarı arttıkça kişilerin doğruyu ayırt edebilmesi de gittikçe zorlaşıyor. Elbette burada psikoloji de ciddi bir rol oynuyor. Yani kişiler, kabullenmelerinin zor olduğu ya da işlerine gelmeyen doğru bilgilerdense daha rahat kabullenebilecekleri ve vicdanlarını rahatlatacak yalanlara inanmayı da tercih ediyorlar. Bu durum da sadece politika ile kısıtlı değil ne yazık ki. Alışık oldukları ve ucuz bir ürünün doğaya büyük zarar verdiğine kişileri ikna etmek oldukça zor. Siz yüzlerce kanıt ortaya koysanız da başka biri işlerine gelen tek bir şey söylediğinde bile o bir söz sizin yüzlerce kanıtınızın önüne geçebiliyor. Böyle bir yaklaşım da en azından kısa vadede doğru ürünlerin ve davranışların ilerlemesini zorlaştırıyor. Bu da özellikle yeni ve çevreci ürünlerin piyasada tutunmasını neredeyse imkansız hale getirebiliyor.

Aşırı hava olayları bu sene kısa dönemdeki riskler listesinin ikinci sırasında yer alıyor. İş dünyası artık giderek artan bir şekilde kendisini hissettiren bu aşırı hava olaylarının ciddiye alınması gerektiğini düşünüyor. Hem de bilinmez bir gelecekte değil, hemen, şimdi. Birkaç sene önce iklim krizi uzak zamanda karşımıza çıkabilecek bir sorundu, ancak bugün iklim krizinin insan kaynaklı olduğuna inanın ya da inanmayın, sonuçlarını kendi çevrenizde görmeye başladınız. Ayrıca bu krizi durdurmak için bir şey yapmak elinizden gelsin, gelmesin ya da elinizden gelse bile yapmak istemeyin, etkilerine karşı kendinizi korumanız gerektiği kaçınılmaz bir gerçek artık. Ondan dolayı da politik duruşunuz ya da imkanlarınızdan bağımsız olarak iklim krizi sizin için önemli bir risk oluşturuyor. Bu riskin de en yakın vadede size dokunacak olan kısmı aşırı hava olayları.

Aşırı hava olaylarının önemi aynı zamanda daha yolun başında olmamızdan da kaynaklanıyor. Yani hepimiz bu olayların her geçen gün şiddetlenmekte olduğunu görüyoruz. Bundan dolayı da gelecekte bu olayların bizi daha da kötü etkileyeceği açık. Bu nedenle de aşırı hava olayları uzun vadeli risklerin sıralamasında da ilk sırada yer alıyor. Çoğumuz yanlış veya çarpıtılmış bilgi ile savaşarak bir yere kadar başarı sağlamamızın mümkün olduğuna inanıyoruz ama iklim krizi ile savaşımızda başarı şansımızın olduğuna inancımız fazla olmadığından başımızın daha da fazla belaya gireceğini biliyoruz. 

Aşırı hava olaylarının çok kötü bir yanı var. Bu olaylar çoğunlukla alışık olmadığımız şeyler değil. “Daha önce de yağmur yağdı, daha önce de rüzgar esti, daha önce de kuraklık oldu” diyerek değişiklikleri hafife almayı seçiyoruz. Aslında çok da haksız değiliz. Ama unuttuğumuz iki unsur var. Bunların ilki doğal olarak iklim krizi. İklim krizi bu aşırı hava olaylarının şiddetini ve sıklığını artırmanın ötesinde bir de görüldükleri alanlarını da genişletiyor. Hani haberlerde sık sık duyuyoruz ya “bu kadar yağmur yüz yılda bir yağar” diye, işte iklim krizi yüz yılda bir yağan bu yağmurları her beş yılda bir yağan yağmurlar haline getirdi. Her beş yılda bir görülen yağmurlar da artık belki de üç kat daha şiddetli. Daha önce sizin orayı bu yağmurlardan dolayı hiç sel basmadı mı? Artık basacak. Bu unutmayı tercih ettiğimiz unsurların ilkiydi. İkincisi ise nüfusumuzun ne kadar artmış olduğudur. Bu karşımıza daha değişik bir sorun getiriyor. Riskin bir diğer parçası da maruziyettir. Yani eskiden belki de bizim yaşadığımız yeri on yılda bir sel basardı ama orada kimse yaşamadığından şimdiki kadar büyük bir hasar yaşanmazdı. Ancak artan nüfusla birlikte insanlar yeryüzünün neredeyse tamamına yayıldıklarından felaketler nerede görülürse görülsün bir insana dokunmayı beceriyor. Biz artık dünyanın her tarafında varız.

Dünya sistemi dediğimiz de artık yeryüzünün tamamını kaplayan ve birbirleri ile ilişkili çoğu olgu. Yani El Nino dendiği zaman aklımıza Pasifik Okyanusu’ndaki suların normalden daha sıcak olmasının ötesinde yeryüzünün ortalama sıcaklığının artması ve bundan neredeyse her bölgenin bir şekilde etkilenmesi geliyor. Özellikle de küreselleşme ile birlikte artık yeryüzünün uzak bir noktasında oluşan bir sorun için “bize ne” demek mümkün değil. Orta Amerika’daki yağış rejimindeki değişiklik Panama Kanalı’ndan geçen gemi sayısının düşmesine neden oluyor. Bu da ABD’nin ithalat ve ihracatının Avrupa’ya yoğunlaşmasına ve buradaki fiyatlarda değişime yol açıyor. Avrupa’daki üreticiler Uzakdoğu’dan hammadde tedariğinde zorluk çekiyorlar. Dolayısıyla yeryüzü sistemlerindeki ufak oynamalar bile iş dünyası açısından uzun vadeli risklerin ikinci sırasında yer alacak kadar önemli bir konuma yerleşiyor.

Ülkemizde fazla sözü edilmese de biyoçeşitliliğin kaybı ve ekosistemlerin çöküşü küresel tehditler arasında üçüncü sırada yer alıyor. Gıdayı günlük yaşantımız içerisinde hep var kabul ederek belki de en büyük hatalardan birini yapıyoruz. Özellikle gittikçe daha da küreselleşen dünyada gıda tedariği oldukça karmaşık bir yapı ve bu karmaşık yapıya rağmen her gece 821 milyon kişi yatağa aç giriyor. Çoğumuz o 821 milyondan biri olmadığımız için bu problemi yok kabul ederek yaşamımıza devam ediyoruz. Oysa her geçen gün yeryüzündeki canlı türlerinin bir çoğunu kaybediyoruz. Bu kaybettiğimiz türler bizi hızla bir eşik noktasına doğru getiriyor. Her zaman elma olacağını, hep karpuz yiyeceğimizi, her daim buğday bulunacağını düşünüyoruz ama bu türlerin hiçbiri kapalı bir kutuda yetişmiyor, arılar olmazsa elma veya karpuz yetiştiremeyiz. Su olmazsa buğday da yetişmez. Denizlerimizde alışık olduğumuz balıkların kökünü kazıdığımızdan artık balon balığı gibi garip türler görmeye başladık, şimdi balon balığı tarifleri ortalıkta gezinmeye başladı. Balon balığını da tükettiğimizde ne yiyeceğiz? Yosun mu? İşte iş dünyası bunların yarattığı riskleri artık görmeye ve öncelikli olarak değerlendirmeye başladı.

Küresel Riskler Raporu ülkemizde en ön sırada görülmese de küresel bağlamda iş dünyasının öngördüğü risklerden bizi de haberdar ediyor. Kendi başımıza bir balonun içinde yaşamadığımıza göre ülkemizdeki iş insanlarının da bu riskleri yokmuş gibi davranmaması ve akıllarının bir kenarında tutması uzun vadeli sürdürülebilirliğimiz açısından hayırlı olacaktır. 


20 Şubat 2024 Salı

Karbon Vergisine Karşı Ne yapmalı?

Ortalıkta sıkça Avrupa Yeşil Mutabakatı diye bir şeyler duydunuz ya da herkesin artık sürdürülebilirlik raporu çıkarttığını ya da karbon ayakizi ölçtürdüğünü görüyorsunuz. Artık “ben de bir şeyler yapmalıyım” diyorsunuz ama nereden başlayacağınız konusunda bir fikriniz yok. Bu yazının amacı size bir fikir vermektir. Bu fikirle hangi yöne gitmek isteyeceğiniz size kalmış ama benim ne tavsiye edeceğimi zaten yazı boyunca anlayacaksınız.

Öncelikle yapmak istediğinizin ne olduğuna karar vermeniz gerekiyor. Eğer arzunuz herkes gibi bir sürdürülebilirlik raporu yazdırmak ya da karbon ayakizinizi ölçtürmek ise, bunu size sağlayabilecek yazılımlar da var, bu bağlamda danışmanlık hizmeti veren pek çok firma da. Makul fiyatlara sizin de bir sürdürülebilirlik raporunuz veya karbon ayakizi hesabınız olabilir. Bu konuda canınızı fazla sıkmanız da gerekmez çünkü kısa süre sonra bir düğmeye bastığınızda size bu raporları otomatik olarak hazırlayacak yazılımlar da elinizin altında olacak.

Bunun ötesine geçerek gerçekten işinize yarayacak bir sürdürülebilirlik planlaması yapmak isterseniz işinizi sizinle birlikte didik didik ederek hangi değişiklikleri yapmanız gerektiğini size söyleyecek bir uzmana ihtiyacınız var. Bu raporlama ve planlama uzaktan yapılamaz ve kısa sürede de masa başında hazırlanmaz. Bu rapor hazırlandıktan sonra da tüm çalışanların bu raporu okuyarak ne yöne gidilmesi gerektiğini anlamaları gerekir. Sürdürülebilirlik raporu bir yol haritasıdır. Gelecekte atılacak tüm adımlar düzgün hazırlanmış bu rapora dayanmak zorundadır. Eğer gelecekteki adımlarınızı bu rapora göre atmaya hazır değilseniz, zaten bu kadar uğraşmanıza gerek yok, size masa başında yardımcı olacak çok uzman var çevremizde.

Konu Avrupa Yeşil Mutabakatı’na geldiğinde durum oldukça karmaşıklaşıyor. Bu karmaşanın en önemli sebebi de Avrupa Birliği’ndeki kafa karışıklığı. Çoğumuz Avrupa’daki çiftçi eylemlerini izliyoruz. Bu eylemlerin temelinde Yeşil Mutabakat kapsamındaki Tarladan Çatala prensibi yatıyor. Bu prensibe göre çiftçilerin daha az ilaç ve gübreyle ürün yetiştirmeleri gerekiyor ama bu da çoğu yerde verimi düşürdüğü için çiftçiler Brüksel’e karşı eylem yapıyorlar. Yapılan son açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla da Tarladan Çatala uygulamalarında Brüksel geri adım atmaya hazırlanıyor. Dolayısıyla da Brüksel’den epey de uzakta olan bizler için bu sorunlar daha da anlaşılmaz bir hal alıyor.

Avrupa Birliği’nin Yeşil Mutabakat planı anlaşıldığı gibi sadece karbon salımını değil diğer pek çok alanı kapsıyor ve bu alanların önemli bir kısmı henüz yerine oturmuş değil. Karbon salımını azaltmak bu alanlar içerisinde nispeten daha anlaşılır ve kabullenilmiş bir konu. Son olarak Polonya’nın da itirazlarından vazgeçmesiyle bu alandaki uygulamalar biraz daha hızlı ve kararlı biçimde çalışmaya başlayacak. Peki karbon salımı konusunda AB ne diyor?

Öncelikle küresel olarak karbon salımlarımızı, yani kömür, petrol ve doğalgaz yakarak enerji üretmeyi bırakmalıyız. Ancak bunu sadece AB yapacak olursa AB ekonomisi ciddi bir yük altına girecek. O nedenle AB, “ben karbon salımlarını azaltmak için ne gibi önlemler alıyorsam, bana ihracat yapan tüm ülkeler de aynı önlemleri alacaklar ya da almıyorlarsa, benim azaltım yapmak için ödediğim bedeli bana sınırda vergi olarak ödeyecekler” diyor. Konu bu kadar basit. Yani, Avrupa’da bir vida üreticisi bir kilo vida üretmek için diyelim 100 kilo karbondioksit salımına yol açıyorsa, bu salımın Avrupa’daki bedeli yaklaşık 9 euro. Bu da vida üreticisinin artık 9 euro daha fazla maliyeti olduğu anlamına geliyor. Eğer siz Türkiye’den Avrupa’ya vida ihraç ediyorsanız ya da içinde bu vidanın olduğu herhangi bir mal ihraç ediyorsanız sizden gümrükte her kilo vida için 9 euro vergi almaya başlayacaklar.

Ayrıca burada unutmamamız gereken bir nokta daha var: Avrupa’da şu sıra 1 ton karbondioksidin karşılığı yaklaşık 90 euro ama AB bu bedeli 2030 yılına kadar 150 euroya çıkarmayı planlıyor. Yani 2030’da bir kilo vida için 15 euro vergi isteyecekler gümrükte. Ardından her sene de bu vergi miktarı artacak. Bunun arkasındaki niyet de üreticinin olabildiğince az karbon salarak üretim yapması ve bunu beceremiyorsa da belki çelik vidadan plastik veya kompozit vidaya geçmek gibi teknolojik değişimler yapmasıdır.

Bilinmesi faydalı bir diğer nokta da Avrupa Birliği’nin bu konudaki amacıdır. Bu konuda liderlik yapan ABD/AB/Çin, hepimizin yavaş yavaş karbon salımını azaltmamız gerektiğinde hemfikir ve bu konuda altyapılarını hazırlıyorlar. AB sadece bu hazırlığın en önde gideni. ABD ve Çin AB’ye bu konuda karşı çıkmıyorlar, sadece biraz daha yavaş gitmesini istiyorlar. Bugün AB için konuştuğumuz sınırda karbon düzenlemesi bir sonraki adımda diğer çoğu devlet için de geçerli olacak. Hatta ülkemiz de benzer bir uygulamayı kendi ithalatı için kullanmak zorunda kalacak. Yani aklımızda “bu sadece AB’ye ihracat yapanların bir problemi” diye bir düşünce kalmasın, 2030’a geldiğimizde bu hepimizin problemi haline gelecek.

Bu durumda üç seçenek çıkıyor karşımıza. İlki, bir kilo vida üretmek için 100 kilo karbondioksit saldığımızı kabul edip, bunun vergisine de bir şekilde katlanmak. Bunu kabul ediyorsak, o zaman gerekli formları doldurup, AB’nin bu konuda kabul ettiği 100 kilo salımı o formlara yazıp teslim etmek yeterli ve kolay bir çözüm. Bunu sizin için yapan danışmanlık firmaları da, hatta bunu hazırlayan yazılımlar da çıkmaya başladı. Ancak bu yenilgiyi baştan kabul etmektir ve üzerimize gelecek olan verginin her yıl artarak sonunda bizi iş yapamaz hale getireceğini de bilmemiz gerekir.

İkinci seçenek, bir kilo vida üretmek için ne kadar karbondioksit saldığımızı bilmiyoruz, standartlar bize 100 kilo yazmamız gerektiğini söylüyor ama biz forma 90 kilo yazıyoruz. Birgün bir şey olmuyor, ertesi gün bir şey olmuyor ama üçüncü gün karşınıza AB’den bir denetçi çıkıyor ve üretiminizde nasıl olup da 10 kilo daha az karbondioksit saldığınızı göstermenizi istiyor. Bu elbette ne kadar üretim yaptığınıza ve ne kadar göze battığınıza bağlı bir konu ama bu durum gerçekleştiğinde gerçekten doğru hesap yaptığınızı kanıtlayamazsanız hem AB tarafından hem de muhtemelen onların gelecekteki baskısıyla WTO tarafından bir kara listeye alınmanız mümkün. Burada çok dikkatli olup kanıtlayamayacağınız hiçbir şeyi bildirmemek gerekli.

Üçüncü seçenek de oturup gerçekten ne kadar salım yaptığınızı ölçmektir. Bu ölçüm sonuçları bir gün bizim sistemimiz dışındaki biri tarafından denetlenebileceği için de burada hata yapamazsınız. Eğer ölçümlerinizde 100 kilo değil de 93,8 kilo saldığınız ortaya çıkıyorsa ve bunu da her şart altında kanıtlayabiliyorsanız çok güzel bir sonuç elde etmişsiniz demektir. Ancak esas iş bunun sonrasında başlıyor çünkü siz 93,8 kilo salıyor olsanız bile bunun vergisini gene de ödeyeceksiniz. O nedenle de bu 93,8 kilo salımı elden geldiğince azaltmaya çalışacaksınız. İşte sürdürülebilirlik burada devreye giriyor. Yaptığınız işi sürdürmek istiyorsanız bu karbon salımını her sene azaltmak zorundasınız. Sadece siz değil sizin tedarik zincirinizdeki herkes bu azaltımı yapmak zorunda. Artık tedarikte sorulacak soruların yanına bir de oldukça önemli olan karbon ayakizi de eklenecek çünkü karbon ayakizi sizin için reel bir maliyet kalemi haline gelecek. Elbette bu bugünden yarına olacak bir şey değil ama hepimiz üzerimize doğru gelen trenin ışıklarını görüyoruz. Daha ışıkların ne anlama geldiğini tam olarak anlamasak da başımızın belaya girmek üzere olduğunu da anlıyoruz. İşte o nedenle artık doğru adımları atmaya başlamanın zamanıdır.

Dünya ticareti iklim krizinin etkisiyle yeni bir döneme doğru giriyor. Dünya Ekonomik Forumu 2024 Küresel Riskler Raporu’nda orta ve uzun vadeli risklerin başında gene iklim krizi ve etkileri geliyor. Bu konu ciddiye alındıkça iş dünyası üzerindeki etkileri de sertleşmeye başlayacak. O nedenle de üretim yapan herkesin yakın gelecekte bu bağlamda oluşacak tüm risklere hazırlıklı olması ve her şeyden önce bu konuya işin sürdürülebilirliği açısından bakarak uyum sağlaması gerekiyor.

Bu yazı Yeşil İş Dünyası platformunda yayımlanmıştır.


16 Şubat 2024 Cuma

Gezegenimizin Sınırları

1962 yılında Rachel Carson Sessiz Bahar kitabını yayımladı. Bu kitap hepimize endüstrinin üretip tarımın da bolca kullandığı DDT’nin doğaya ve insanlığa ne derece büyük bir zarar verdiğini anlattı. Ancak bu kimyasalın kullanımı 2004 yılına kadar serbestti. Hatta günümüzde bile birkaç ülkede hala kullanılıyor. Bu bize bu kadar tehlikeli bir zehri kullanmakta bile fazla seçici olmadığımızı açıkça göstermeye yeterli.

1972 yılında ise Club of Rome, Büyümenin Sınırları raporunu yayımladı. Bu rapor doğaya verdiğimiz zarara değil doğayı daha ne kadar sömürebileceğimize odaklanmıştı. Elbette 1972 yılında henüz “sürdürülebilirlik” kavramını konuşmaya başlamamıştık ve dolayısıyla doğanın kaynaklarını sürdürülebilir olarak kullanmak gibi bir düşünce aklımızdan fazla geçmiyordu. Gene de bu rapor bize 1972 yılındaki tüketim hızımızla devam edecek olursak 2072’de doğanın önemli kaynaklarını tüketeceğimizi söylüyordu. Yarı yolu geçtik, 48 sene kaldı 2072’ye. Ayrıca bir de tüketim hızımız 1972’ye oranla epey arttı. Onun için de ciddi kaynak sıkıntısına girmemize 48 seneden oldukça kısa bir süre var.

2009’da çoğunluğunu Avrupalıların oluşturduğu bir grup bilim insanı “Gezegenin Sınırları” kavramını ortaya koydu. Bu Rachel Carson’ın açtığı yoldaki en önemli bilimsel gelişmeydi. Gezegenin sınırları, yeryüzünde yaşamaya devam edebilmek için doğaya daha en fazla ne kadar zarar verebileceğimize dair bir sınır koyuyordu. Daha ne kadar fazla alanda tarım yapabiliriz, daha ne kadar fazla su kullanabiliriz, biyoçeşitliliğe daha ne kadar zarar verebiliriz, tarımda daha ne kadar fazla suni gübre kullanabiliriz gibi sorulara cevap aradık. Aradan geçen süre içerisinde çoğu bilim insanı bu sorulara cevap bulmaya yöneldi ve bulduğumuz cevaplar hiç de iç açıcı değil. Gezegenin dokuz sınırından altısını aşmış durumdayız, yani insanlık olarak bu gezegendeki varlığımızın da sonuna doğru hızla yaklaşıyoruz.

Peki bu sorunların farkında mıyız? Birleşmiş Milletler önderliğinde 2015’te toplanıp yeryüzündeki varlığımızı sürdürebilmek için kendimize 17 tane amaç belirledik. Bu amaçlara 2030 yılına kadar ulaşabilirsek sürdürülebilir olacağımızı düşündük. Aradan geçen 9 yılda ise değil bu amaçlara ulaşmak, neredeyse ters yönde hareket etmeye başladık.

Bugün geldiğimiz noktada ne doğanın kaynakları bizim iştahımızı doyurmaya yetiyor ne de doğaya bunun karşısında verdiğimiz zarar azalıyor. İşin kötüsü de bu durumu durdurmak için çaba gösterme niyetimiz de yok. Ama felaketler üst üste gelmeye başlayınca da durdurmak için çok geç olacak. Adım atabilmemiz mümkün mü? Elbette, yalnız hepimizin rahat yaşadığımız alanları terk ederek çözüme katkıda bulunmaya başlamamız gerekiyor.

Rahatlık alanlarımızdan vazgeçmediğimiz müddetçe her anlamda doğanın sınırları bizi zorlamaya devam edecek. Mesela, çoğumuz sıkça cep telefonu değiştiriyoruz ve eski telefonlarımız bir çekmeceye atılıp kalıyor. Döngüsel ekonomi çerçevesinde telefonu değiştirmek yerine yenilesek ya da o kadar ileri bile gitmeyip eski telefonlarımızı geri dönüşüme göndersek, kıymetli metallere olan ihtiyaç hızla azalır. İhtiyaç azaldığında Erzincan İliç’te olduğu gibi makul kapasitesinin üç katına çıkarak topraktaki son gram kıymetli metali de çıkartmaya çabalamayız ya da çıkartmak zorunda kalmayız. Doğanın fiziksel şartlarını zorlayıp kolay üretilen ama son derece zehirli tonlarca kimyasalın bir nehir yatağına dökülmesine de neden olmayız. Dökülen onca zehir Fırat’ın sularına karışmasa bile o bölgedeki hayatı öldürmez. “Hırsızın hiç mi suçu yok?” diyeceksiniz ve haklısınız ama hırsız sadece son noktada devreye giriyor. Biz de kendi hatalarımızı unutup sadece hırsızı suçladığımız müddetçe sorunlara çare bulmamız imkansızlaşıyor.

Sınırları belli bir gezegende yaşıyoruz ve bu gezegenin kaynaklarını sonsuzcasına kullanıyoruz. Bu ciddi bir sorun ve çözüm ancak bizim isteklerimize gem vurmamızla başlayabiliyor, yoksa bu yolun sonu göründü, hem de fazla uzakta değil.

Bu yazı Dünyahali'nde yayımlanmıştır.