3 Mart 2025 Pazartesi

Değişmek Zorundayız

Uzun süre önce ABD’de doktora yapıyordum. Elimdeki para kısıtlı olduğu için haftada sadece 5-10 dakika telefonla Türkiye ile konuşabiliyordum. Benim yaşımda aynı adımlardan geçen dostlar da benzer şeyler söylüyorlar hep. Bugünkü dünyanın elektronik bağlantıları o zaman olsa hayat belki de çok daha kolay olurdu. Belki de dört senede biten doktora sekiz seneye uzardı, bilinmez ama en azından geride bıraktıklarımıza olan hasret azalırdı.

Bugün aynı durumdaki gençler bizim yaşadığımız hasreti o yoğunlukla yaşamıyorlar. Los Angeles yangınları sırasında orada yaşayan dostlara Whatsapp üzerinden yazıp beş dakika sonra “iyiyiz” cevabını almak insanın hayata bakışını bile değiştirebiliyor.

Demem o ki artık dünya değişti, korkunç bir hızla da değişmeye devam ediyor. Geliştirilen teknoloji bizim yaşama ve iş yapma biçimlerimizi kökten değiştiriyor ama bizler gene de bu değişime karşı direnmeye çalışıyoruz, en azından çoğu alanda. Örnek mi?

Özellikle COVID19 sırasında iş hayatının önemli bir kısmının bilgisayar başında ve ofis dışında yapılabileceğini gördük. Bazı alanlarda bu tür uzaktan çalışma hem performansı hem de gelirleri artırdı. Buna rağmen şirketler çalışanları gittikçe artan oranlarda ofise geri çağırmaya başladı. Burada patron psikolojisine girmek istemiyorum, eminim o konuyu benden çok daha güzel irdeleyenler vardır. Ama benim oturduğum koltuktan, yani her şeyin sürdürülebilirlik ve çevre açısından görüldüğü yerden, anlaşıldığı kadarıyla uzaktan çalıştığında da aynı işi yapan insanları İstanbul gibi büyük şehirlerde ofise gelmeye zorlamak sürdürülebilir bir davranış ve iş yapma biçimi değildir. Neden mi?

Bu soruyu cevaplamaya başlamadan önce içinizden “adam üniversitede profesör, ne anlar iş hayatından?” sorusu geçecektir. İş hayatında 37 senemi doldurdum. Bu süre içerisinde gerek akademik, gerek araştırma, gerekse de şirketlerde aynı anda bazen iki bazen de üç iş yaptığım oldu. Burada gördüğüm en temel gerçek, bazı istisnalar hariç kişilerin vakitlerinin önemli bir kısmını iş dışındaki şeylerle geçirdiği idi. Elbette burada ağırlıklı olarak beyaz yaka dediğimiz gruptan bahsediyorum. Ben üç saat içinde tüm günün işini bitirmeye çalışırken çevremdekiler vakitlerinin önemli kısmını çay-kahve-sigara üçgeninde ya da alışveriş sitelerinde geçirdiler. Demem o ki, özellikle beyaz yaka çalışanlar vakitlerini çok verimli kullanmıyorlar. Bir de buna ortalama günde iki saat geliş-gidiş trafiği eklendiğinde çalışanın zaman verimi oldukça düşüyor. Dolayısıyla günde 10-12 saat aralığında işe zaman ayırmamıza rağmen bunun belki 5-6 saatini verimli kullanıyoruz. O zaman bırakın insanları istedikleri yerde bu 5-6 saati geçirsinler. Niye mi?

Zaten çoğumuz performans temelli çalışıyoruz. Yani günün sonunda yapılması gereken işler yapılmayacak olursa bu bizim hanemize eksi olarak yazılıyor ve bu eksinin de ileride bir sonucu oluyor. Önemli olan herhangi bir çalışanın ürettiği katma değer ise, o çalışanın nerede çalıştığı ikincil olmalıdır.

Sonra, bu “sürdürülebilir” şirketler çalışanlara “hibrit” veya “elektrikli” otomobiller vererek sürdürülebilir olduklarını düşünüyorlar ya da en azından “sürdürülebilirlik” raporlarına bunu yazıyorlar. Sevgili dostlar, sürdürülebilirlik bu değildir. O araçları üretmek için ne kadar gereksiz kaynak tüketildiğinden, o araçların elektrikli bile olsa yakıtlarını üretmek için ne kadar sera gazı salındığından bahsediyor olursak korkunç bir ayakizi çıkıyor ortaya. Sürdürülebilirlik iş dünyası için, bir bağlamda, uzun vadede, en az çevresel ve sosyal ayakizi üretirken en yüksek katma değeri sağlamak olarak da tanımlanabilir. İş dünyamız da mutlaka çok uzak olmayan bir gelecekte daha mutlu çalışanların daha üretken çalışanlar olduğunu ve bunu sürdürmenin üretilen katma değere de yansıdığını görecektir. Boşu boşuna kiralanan, ısıtılan, soğutulan, döşenen ve aydınlatılan büyük binaların yeryüzüne verdiği zarardan bahsetmiyoruz bile.

Artık başka bir dünyada yaşıyoruz ama hepimizin bu dünyaya alıştığını söyleyemeyiz. Ancak değişmek zorunda olduğumuz bir gerçek. Çünkü bu dünyanın iyi bir yönde ilerlemediğini hepimiz içten içe hissediyoruz. Çözüm var mı? Elbette var, ama bu çözüm başkalarının değişmesini beklemekle değil, öncelikle kendi yaşamımızı ve iş yapış biçimlerimizi değiştirmekle başlıyor.

26 Ocak 2025 Pazar

Los Angeles'da Neler Oldu?

2025 Ocak ayının başından itibaren Los Angeles’da; ülkemizde İstanbul, Ankara ve İzmir dışındaki büyük şehirlerimizin alanı büyüklüğünde bir bölge yandı. Bu yangınlar sonucunda meydana gelen maddi hasarın en az 250 milyar dolar civarında olduğu düşünülüyor. Neyse ki bu kadar büyük bir alanın yanmasına rağmen can kaybı çok fazla değil. Peki, bu yangınlar neden çıktı?

Her çıkan yangında kafamızda bir soru işareti oluyor: “Bu yangını birileri mi çıkarttı?” Modern bilimin temeli 14. yüzyılda yaşamış Ochamlı William adında bir İngiliz filozofa dayanıyor diyebiliriz. Ockhamlı William çok temel bir prensibi ilk defa ortaya koymuş: Bir olayı tüm yönleriyle açıklamak için gereken en basit çözüm bilimsel olarak seçmeniz gereken çözümdür. Sosyal medya kullanımının artmasıyla birlikte komplo teorilerinde de ciddi bir artış gözleniyor. Ne yazık ki çoğu kişi Ockhamlı William’ı tanımadığı için bu basit prensibi de göz ardı ediyor. Yani, Los Angeles’a 1 Ekim 2024 ile 7 Ocak 2025 arasında hiç yağmur düşmezse, insanların günlük yaşamlarında normal olarak yaptıkları yanlışlar şehrin önemli kısmının yanmasına yol açabilir. Kışın yakılan bir şömineden çevreye saçılan bir kıvılcım, dikkatsiz birinin arabanın camından sönmemiş sigara izmaritini dışarı atması ve buna benzer nice hata bu yangınların çıkmasına neden olmuş olabilir. Ha, bu yangınları kötü niyetli biri de çıkartmış olabilir, ama ilk iki ihtimal çok daha olası duruyor bana.

Bu kadar kuru bir ortam yetmezmiş gibi bir de hızı zaman zaman saatte 120-130 kilometreyi bulan rüzgar, yanan alanlardan kıvılcımları oldukça uzak mesafelere taşıdı. Yangının bu derece hızlı yayılması da itfaiyelerin çaresiz kalmasına yol açtı. İtfaiye servislerini diğer işlerden ayıran önemli bir fark var: Bir doktora, bir öğretmene ya da bir polis memuruna her an ihtiyacımız varken itfaiyecilere sadece yangın olduğu zaman ihtiyacımız oluyor. Aynı anda olmasını beklediğimiz yangın sayısı ve bu yangınların oluştuğu alanlar da sınırlı olduğundan milyonlarca itfaiyeci boş oturup yangın çıkmasını beklemiyor. Bu tamamen ihtiyaçlarla belirlenen bir durum, normal şartlar altında bir bölgeye beş itfaiye aracı ve yüz itfaiyeci yeterken bunun on katını istihdam etmenin maddi bir karşılığı bulunmuyor. Ancak çıkan yangın beş değil beş yüz araç ve yüz değil on bin itfaiyeci gerektirdiğinde şehir böylesine çaresiz kalıp çevre illerden yardım istemek zorunda oluyor. Buradan bakıldığında San Fransisco - Los Angeles - San Diego çizgisi Tekirdağ - İstanbul - İzmit gibi görünse de aralarındaki mesafe 800 kilometreden fazla. Yani, yardım istediğinizde size ulaşacak yardım saatlerce uzakta. Yangınlara da ya o anda müdahale edersiniz ya da çok geç kalırsınız. Bu nedenle “koca ABD nasıl çaresiz kaldı!” diye düşünmeyin, koca ABD coğrafi açıdan da “koca” olduğu için çaresiz değil geç kaldı müdahale etmekte. Yangınlar da bir kez çıkıp geniş alana yayılırsa, artık doğanın bu gücü karşısında yapabileceğiniz fazla bir şey kalmaz.

Üstüne bir de Los Angeles’ın yapı stoğu var. O bölge aynı bizim Marmara Bölgesi gibi devamlı sallanan bir deprem kuşağında olduğu için insanlar yangınla deprem arasında bir seçim yaparak depremi daha acil sorun olarak belirlemişler. Bunun sonucu olarak da evlerini az katlı ve hafif malzemelerden üretmişler. Bu evler de betonarme olmadıkları için depremden az zarar görmüş ama gelen yangında da çıra gibi yanmışlar. Ayrıca hep gördüğümüz bahçeler de bu yangına malzeme sağlamış.

Peki bu 250 milyar zararı kim ödeyecek? Bu sorunun cevabı basit: Hepimiz ödeyeceğiz. Bu hasarın önemli kısmı sigortalı, yani sigorta şirketleri bu hasarın ciddi kısmını karşılayacaklar. Sonra bu karşıladıkları kısma düşen bir bedeli kendi reasürans şirketlerinden alacaklar. Seneye ben İstanbul’da evimi sigortalamak istediğimde benim çalıştığım sigorta şirketi reasürans bedelleri arttığı için benden daha fazla para isteyecek aynı sigorta koşulları için. Ama olsun, sigortanın anlamı bu zaten, olası hasarları çok geniş bir gruba dağıtmak. Yalnız bunun için iki koşul gerekiyor: Birincisi herkesin varlıklarını riskleri görerek gerçek bedelinden sigortalatması ve ikincisi, herkesin sigorta şemsiyesi altına girmesi. Ülkemizde ise bunun ikisi de olmadığı için felaketler sonrası hep aynı şeyi konuşuyoruz: “Nerede devlet?” Devlet siz kendinizi makul biçimde koruduktan sonra oluşacak yaraları sarmak için var. Ama ülkemizdeki düşük sigortalılık oranı ve devletin çoğu hasarı kendi bütçesinden karşılaması sigorta yaptıranların hem yüksek prim ödemelerine hem de sonunda kendilerini aptal gibi hissetmelerine yol açıyor. Ülkemize de gelebilecek yangınları ve gelmekte olan İstanbul depremini düşünerek daha akıllıca adımlar atmak zorundayız. Los Angeles yangını bizlere bir ders olsun.

9 Ocak 2025 Perşembe

Enerji Çözümleri

Tarım ve sağlıkla beraber vazgeçilmez diyebileceğimiz en önemli üç teknolojiden biri enerji üretimidir. Özellikle gittikçe daha fazla bilgisayar teknolojilerine dayanmaya başlayan günümüzde enerji üretim teknolojileri belki de bir adım öne geçmiştir. Ne yazık ki uygarlığımızı üzerine bina ettiğimiz enerji üretimi belki de uygarlığımızın sonunu getirecek yönde ilerliyor çünkü bir yandan enerji üretmeye çabalarken diğer yandan da doğaya oldukça büyük zarar veriyoruz.

Doğaya hiç zarar vermeden enerji üretebilmek mümkün mü? Hayır. Eğer bir mağarada yaşamıyorsak ve tükettiğimiz enerji ağaçların kopan dalları değilse ürettiğimiz her enerji mutlaka doğada bir değişikliğe neden olacaktır. O nedenle de her zaman en sürdürülebilir ve doğaya zarar vermeyen enerji türü tüketmediğimiz enerjidir diyoruz. Yani, daha az tüketim ve artan enerji verimliliği bizim ve gezegenin sürdürülebilirliği açısından en başta gelen çözümdür.

Ama günümüzün dünyasında 8 milyarı buna ikna etmemize imkan yok. O nedenle de ikinci en iyi çözüme doğru gitmek zorundayız. Her ne kadar “ikinci en iyi çözüm” desek de başta söylediğim gibi, bir mağarada yaşamadığımız müddetçe mutlaka bir zararımız olacaktır. Bilim insanları olarak bizim görevimiz bu değişik enerji üretim sistemleri arasından en az zararlı olanını belirlemektir. Bugün için en iyi ikinci rüzgar ve güneş kullanarak elektrik enerjisi elde etmektir. Hidroelektrik üretimi doğru yapıldığı müddetçe bir sonraki çözümdür. Ancak ülkemiz gibi su kaynakları gittikçe kısıtlanan bölgelerde hidroelektriğe güvenerek planlama yapmak sürdürülebilir değildir. Nükleer bunun ardından gelir, doğal gaz ve kömürden enerji elde etmek de en son ihtimaldir. Hatta eğer gezegenimizin sürdürülebilirliğinden söz ediyorsak kömürü bir enerji kaynağı olarak kullanmaya derhal son vermemiz gereklidir.

En iyi ikinciler olarak nitelediğimiz güneş ve rüzgarın da kullanıma göre artıları ve eksileri vardır. Ülkemiz açısından bakıldığında güneş enerjisi neredeyse her bölgede kullanılabilir ve nispeten ucuzdur. Yani çoğumuz çatımıza bir güneş enerjisi sistemi kurarak en azından sıcak su ve biraz daha fazla yatırımla elektrik enerjisi üretebiliriz. Ancak bu noktada çoğumuz konunun “yatırımı çıkartma” kısmına takılıyoruz. Haklısınız, herkes cebini düşünecek. Benim söylediklerim ise daha çok neyin mümkün olduğunu anlatmaya yönelik. Yatırdığınız parayı üç senede değil de on senede çıkartmayı göze alırsanız kendi enerjinizi bu şekilde üretebilmeniz mümkün. Elbette bunun için en iyi enerji olan tasarrufu ön plana çıkartmak gerekli.

Rüzgar ise bu denli kolay elektrik üretmiyor. O koca pervanelerin döndüğü direkleri dikmek ve o pervaneleri yerleştirmek oldukça zor bir iş. Dolayısıyla, bahçenize bir rüzgar tribünü dikmeniz o denli kolay ve ucuz değil. Ayrıca, bu büyük pervaneler oldukça nazlılar, fazla ve az rüzgarda çalışmıyorlar, oysa hava bulutlu da olsa az miktarda güneş enerjisi üretmeniz mümkün. Rüzgarın güneşe karşı bir avantajı ise geceleri de esmesi. Bir de teknik olarak rüzgar santralleri güneş santrallerinin yaklaşık iki katı ömre sahip. 

Rüzgar santralleri de güneş santralleri de yapımı sırasında doğaya zarar veriyor. Ancak bu noktada bilim insanlarının yaptığı yaşam döngü analizlerine değer vermemiz gerekiyor. Yani 1MWh enerji üretmek için kullanacağımız çeşitli enerji kaynaklarının doğaya verdiği tüm hasar ne kadardır? Bu sorunun cevabı size yukarıda verdiğim sıralamayı getiriyor. Kömürü hemen kullanmaktan vazgeçmek zorundayız, doğal gaz ise oldukça hızlı hayatımızdan çıkartmamız gereken bir yakıt.

Ama bu sefer de karşımıza süreklilik sorunu çıkıyor. Kömürlü termik santraller doğaya çok zarar veriyor fakat 24 saat elektrik üretmemiz mümkün. Oysa güneş sadece gündüzleri, rüzgar ise sadece estiği sürece var. O zaman da bataryayla güneş ve rüzgarı depolamamız gerekiyor. Bu da hem çevreye verilen zararı hem de maliyeti artırıyor. Başka bir çözüm gerçekten mi yok?

Aslında var ama insanlığın gelecek için ortak çalışmasını gerektiriyor. Dünyanın bir noktasında herhangi bir anda güneş mutlaka var, bir yerlerde de rüzgar devamlı esiyor. Enerji hatlarını sadece ülke içinde ya da yakın ülkeler arasındaki yapılar olarak görmeyi bırakıp küresel düşünsek gece Grönland’daki rüzgardan üretilen elektrik ABD’ye yeter de artar bile. Gobi Çölü’ndeki güneş enerjisi üretimi Avrupa’yı güneş doğana kadar besleyebilir. İletimden kaynaklanan enerji kayıpları mı? CERN’e Avrupa senelerdir sadece Higgs bozonunu bulsun diye mi para akıtıyor sizce? Orada kullanılan süperiletken kablolar günü geldiğinde enerji sistemlerimizi de çalıştırmayacak mı?

Çözümler var, hem de çok. Pahalı olduklarını da çok düşünmeyin. Bu çözümler hem ucuzluyor hem de yaygınlaşıyor. Sadece dünya devletleri henüz sürdürülebilirlik ve doğa için değil zenginler ve savaş için para harcıyor. Parayı doğru alana aktaracak olsak çözülmeyecek sorun yok yeryüzünde. Yeter ki biz isteyelim.

1 Ocak 2025 Çarşamba

2024'ü kapatırken...

2023 biterken “2024 bu kadar sıcak olmayacak büyük ihtimalle” demiştik, demiştim. 2023 bir El Niño senesiydi. Bu nedenle de “son 125 bin yılda yaşadığımız en sıcak sene oldu” diye bir mantık yürüttük. 2024’ün ilk aylarında El Niño sona ererek yerini La Niña’ya bırakacaktı. Buna dayanarak da 2024’ün daha serin geçeceği beklentisini ortaya koyduk. Düşünüldüğü gibi 2024’ün ilk aylarında El Niño bitti ama uzun süre normal koşullarda devam ettik. Yılın sonuna gelindiğinde henüz ciddi bir La Niña başlamış değil. Ama “en azından El Niño bitti, biraz daha serinlemiş olmamız gerekmez mi?” diye sorarsanız, haklısınız. 2024; 2023 yılına göre biraz daha serin olmalıydı ama 2024 2023 yılından da sıcak oldu. Nedenini bilim insanları da bilmiyorlar ve bilmiyor olmamız gelecek açısından hiç de iyiye alamet değil. Tam tersine 2024 beklenmedik biçimde serinlemiş olsaydı “bilmiyoruz ama en azından bize faydası olacak bir olgu” düşüncesinin ardına saklanabilirdik. Şimdi, durum beklediğimizden daha hızlı kötüye gidiyor ve neden olduğunu da bilmiyoruz.

Çok moral bozucu olduğunun farkındayım, ama kısaca size bunun neden olabileceğini anlatmak istiyorum. İklim bilimciler her ne kadar iklimin ne yöne doğru gideceğini tahmin edebilseler de aslında kesinlikle emin olduğumuz bilgi toplamı bundan 128 sene önce Svante Arrhenius’un ortaya koyduğu sonuçların çok da ötesine geçebilmiş değil. Yani, Arrhenius “atmosferdeki karbondioksit oranı iki katına çıkarsa yeryüzü yaklaşık 5℃ ısınır.” demişti. Biz de hala aynısını söylüyoruz. Sadece, yeryüzünün ortalamasının yanında oldukça yüksek alansal çözünürlükle nerelerde daha fazla ısınacağını ve nerelerde daha az yağış olacağını öngörebiliyoruz. Ancak yeryüzü çok karmaşık bir sistem ve bu sistemi henüz tamamıyla anlamış değiliz. Özellikle de çeşitli alt sistemlerin etkileşimini. Mesela Kuzey Buz Denizi’ndeki buzların erimesinin Sibirya’daki tundrayı nasıl etkileyeceğini anlamaya çalışıyoruz. Amazon ormanlarının yakılmasının o bölgede yağış rejimini nasıl değiştireceğini ve bu değişikliğin kuraklıkla beraber nasıl daha fazla orman kaybına yol açacağını daha yeni öğrenmeye başlıyoruz. Ne yazık ki bilmediğimiz bu türlü geri beslemeler yeryüzünü dengeye geri getiren olgular değil ve bunların etkilerini yeni yeni iklim modellerine katıyoruz. Kattıkça da gelecek resmi gittikçe daha kötüleşiyor.

Geçtiğimiz yaz Libya’da bir Akdeniz Kasırgası on binden fazla kişinin ölümüne yol açmıştı. Aynı büyüklükte olmasa da Akdeniz kaynaklı bir fırtına Valensiya’da korkunç bir sel felaketine ve iki yüzden fazla insanın hayatını kaybetmesine neden oldu. ABD’nin Florida eyaleti ve doğu kıyıları üst üste iki büyük kasırga ile karşılaştı. Hatta bu kasırgalardan biri kıyıyı izleyerek kuzeye ve iç bölgelere yönelerek hiç alışılmadık bölgelerde hiç alışılmadık büyüklükte bir hasar oluşturdu. Eminim gelecek sene de ben ya da bir başkası bu yazıyı kaleme alacak olsa başka yerlerde oluşan felaketleri anlatacak. Ama bir noktayı artık kabullenmemiz gerekiyor: Yeryüzünün çalışma sistemini fena bozuyoruz ve bu başımıza oldukça fazla sorun açacak.

Peki, bu sorunlar başımıza gelmesin diye bu sene neler yaptık? Sene sonuna doğru dört önemli toplantı gerçekleşti. 1992 Rio Zirvesi’nde karar verilen üç anlaşmanın (İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (Bakü’de), Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (Cali’de) ve Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi (Riyad’da)) Taraflar Konferansları peşi sıra yapıldı. Üç toplantıda da önemli konu finanstı. Neler yapılması gerektiği konusunda taraflar arasında ciddi bir görüş ayrılığı yok ama  yapılması gerekli şeyler için paranın kimin cebinden çıkacağı konusunda kimse elini cebine atmadığı için gerçekçi adımlar atılamadı. Bir de bunlardan bağımsız olarak Plastik Kirliliği ile Mücadele Toplantısı da Busan’da yapıldı ama onun sonucu da diğer üç toplantıdan farklı değildi: “Yapılması gerekenleri biliyoruz, ama elimizi cebimize atmak istemiyoruz.” 

Seneyi kapatırken neden umutsuzuz? Çünkü artık devletlerin bu konularda anlamlı bir adım atabileceklerine dair umudumuz kalmadı. Neden Yuvam Dünya önemli? Çünkü artık iş başa düşüyor. “Birileri bir şeyler yapmalı ve eminim yapacaklardır!” demenin vakti geçti. Artık “bir şeyler yapmalıyım, o gün artık bugündür!” demenin vakti. Bu sorunları devletlerin çözmeyeceğini anladık, çözümler yaratmak ve bu çözümleri dayatmak için birlikte hareket edeceğimiz bir sene olsun 2025.


18 Aralık 2024 Çarşamba

Dünyanın En Zenginlerinin Sera Gazı Salımları: Adalet Nerede?

Dünya genelinde iklim değişikliğinin etkileri her geçen gün daha da belirgin hale gelirken, bu krizin adaletsiz yüzü de giderek daha çok ortaya çıkıyor. Ekim ayında yayımlanan bir Oxfam raporu, dünyanın en zengin 50 milyarderinin yatırımları, özel jetleri ve yatlarıyla yaklaşık bir buçuk saatte, ortalama bir insanın tüm yaşamı boyunca ürettiği kadar karbon salımı yaptığını ortaya koyuyor. "Karbon Eşitsizliği Öldürüyor" başlıklı bu rapor, zenginlerin aşırı tüketimlerinin ve kirletici yatırımlarının, eşitsizliği, açlığı ve ölümleri nasıl körüklediğini detaylandırıyor.

En zengin kesimlerin bu kadar yüksek karbon ayak izine sahip olmasının temel nedenlerinden biri, lüks yaşam tarzlarıdır. Oxfam'ın raporuna göre, 50 milyarderin her biri ortalamada özel jetleriyle bir yılda 184 uçuş gerçekleştirdi ve toplamda 425 saat uçtu. Bu uçuşlar, normal bir kişinin 300 yılda üreteceği karbon salımına eşdeğer. Aynı dönemde, bu milyarderlerin yatları, sıradan bir vatandaşın 860 yılda üreteceği kadar karbon salımı yaptı.

Bununla birlikte, bu bireylerin yatırımları çok daha büyük bir soruna işaret ediyor. Ortalama bir milyarderin yatırım portföyünden kaynaklanan karbon salımları, özel jetleri ve yatlarından kaynaklanan salımların 340 katı. Bu yatırımların %40'ı petrol, madencilik, çimento ve nakliye gibi yüksek düzeyde kirletici endüstrilere yönelmiş durumda. Bu noktada kısa bir ara verelim ve sayıya tekrar dikkat edelim! Evet, bu milyarderlerin özel uçakları ve yatları var, ama paralarını yatırdıkları sektörlerin, onların yatırımlarından dolayı saldıkları sera gazı miktarı bu milyarderlerin kendi saldıklarının tam 340 katı. Yani asıl sorun bu kişilerin ne yaptıklarından ziyade paralarının ne yaptığında yatıyor.

Artık, iklim değişikliğinin sadece çevresel bir sorun olduğunu düşünmeyi bırakıp karşımızda küresel bir adalet meselesi olduğunu anlamamız gerekiyor. Zenginlerin üretmiş olduğu sera gazı salımlarının bedelini en fazla ödeyenler, genellikle bu krizin ortaya çıkmasında en az payı olan en yoksul kesimlerdir. İklim krizinin yıkıcı etkileri şimdilik, su kıtlığı, tarımsal verimlilikte düşüş ve şiddetli hava olayları şeklinde kendini gösteriyor. Bu etkiler, gelişmekte olan ülkelerde yaşayan milyonlarca insanın hayatını olumsuz etkilerken, zengin ülkeler ve bu ülkelerde yaşayan bireyler genellikle bu etkilerden kaçınabiliyor.

Bu eşitsizliği biraz olsun azaltmak ve iklim sorununa bir çare getirebilmek için yapılması gerekenler var. Öncelikle en zengin %1'in karbon salımlarını sınırlamak için kalıcı gelir ve servet vergileri getirilmelidir. Ne yazık ki kapitalist sistemler bunun tam tersi yönde hareket ediyorlar. Özellikle bu sorunu yaratanların başında gelen ABD, Donald Trump’ı tekrar başa getirerek bu zenginlerden alınan vergileri daha da azaltmayı planlıyor. Buradaki sorunun zenginlerin zenginliği olduğu sanılmasın. O ekonomik açıdan ayrı bir probleme işaret ediyor, ancak iklim açısından tehlikeli olan bu zenginlerin varlıklarını iklimi daha da kötüleştirecek şekilde kullanmaları. Buna karşılık yapılması gereken de bence, bu zenginlerin iklime ve çevreye duyarlı yatırımlarını az, tam tersi yöndeki yatırımlarını da fazla vergilendirerek parayı doğru yöne sevk etmek olmalıdır. Bunun ötesinde özel jetler ve yatlar gibi karbon yoğun lüks tüketim ürünleri de ağır şekilde vergilendirilmelidir ki gereksiz kullanımlar biraz da olsa azaltılabilsin. Bir parantez açarak gereksiz kullanımı da açıklığa kavuşturayım: “Canım sıkıldı, hadi gel havada bir tur atıp gelelim” ya da “hadi akşam yemeğini Paris’te yiyelim” benim açımdan gereksiz kullanımdır.

Bunun ötesinde fosil yakıt yatırımlarına uygulanan servet vergileriyle yılda 100 milyar dolar toplanabilir. Bu kaynak, gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliğini durdurmak için gereksinim duydukları finansal desteğin bir kısmını karşılamak için kullanılabilir. Bunun ötesinde elbette ekonomik uçurumun daraltılmasına yönelik daha da sert önlemler alınabilir fakat o önlemler doğrudan iklim ve çevreyi fazla ilgilendirmediğinden daha radikal düşünceleri saymak istemem. Ancak hepimizin günlük hayatını etkileyecek çok basit bir uygulama önerebilirim. Atmosfere salınan her ton sera gazına yaklaşık 4000₺ bedel biçelim. Bu ortalama bir arabanın bir depo benzini için yaklaşık 500₺ daha fazla ödemek gerekeceği anlamına gelir. Bu bedeli sera gazı salınan her yerden toplayalım. İsterseniz bunun adına karbon vergisi diyebilirsiniz şimdilik. Sonra da her ay tüm ülkeden toplanan tüm bedeli tüm vatandaşlara eşit olarak dağıtalım. Böylece evden işe metrobüsle gidip gelen asgari ücretli ciddi bir kazanç sağlar ama özel jeti ile senede 184 uçuş gerçekleştiren biri de önemli bir para harcamış olur. Bu, o uçuşları yapan zenginin hayat tarzını çok fazla değiştirir mi? Sanmıyorum. Ama metrobüsle gidebileceği bir yere özel arabasıyla giden önemli bir grubun tercihlerinde rol oynayabileceğine eminim. Böylesi bir çözüm ülkemizde uygulanabilir mi? Hiç sanmıyorum, ama keşke uygulansa. 

Sonuç olarak, dünyanın en zengin bireylerinin ve şirketlerinin iklim değişikliğini körükleyen sera gazı salımlarının önemli bölümünden sorumlu olması, küresel adalet kavramına büyük bir darbe vuruyor. Oxfam'ın raporu, bu sorunun ne kadar derin ve öldürücü olduğunu bir kez daha bizlere hatırlatıyor. Bu adaletsizliğin giderilmesi için hem bireysel hem de toplumsal düzeyde daha büyük bir farkındalık ve eylem gereklidir. Zenginlerin sorumluluğunu kabul etmesi ve gerekli adımları atmasını elbette beklemiyorum ama bu sorumluluğun resmi yollarla kabul ettirilmesi iklim kriziyle başa çıkma yolunda daha umut verici bir geleceğe kapı açılabilir.


Para COP'u

Geçen sene COP28’in sonundan bu sene COP29’da neler olacağı aslında açıkça görülüyordu. Şaşırdık mı? Aslında ben şaşırdım. Bu kadar da kötü olmasını beklemiyordum. İlk defa bir Taraflar Konferansı’nın tamamında orada bulundum ve geçirdiğim iki haftaya pişman mıyım? Sanırım. O iki haftayı iklim konusunda çok daha faydalı şeyler yaparak harcayabilirdim. 

Mutlaka toplantıya katılanlar politikayı geniş biçimde anlatacaklardır. O nedenle ben biraz Bakü’yü anlatayım sizlere. Sürdürülebilir Gelecek Platformu olarak son bir seneyi bu toplantıya hem Türkiye hem de Azerbaycan’da hazırlanarak geçirdik. Bakü ilginç bir şehir. Çok güzel yerleri var ve bunları kolaylıkla görebiliyorsunuz ama çok kirli yerleri de var ve buraları kesinlikle göremiyorsunuz çünkü tüm çirkinliklerin çevresi perdelerle kapatılmış durumda, yani herkes kafasını kuma gömüyor. Toplantının yapılacağı Olimpiyat Stadı’nda Temmuz ayına kadar çok ciddi bir çalışma yoktu. Temmuz ayında “nasıl yetiştirecekler” diye düşünürken Eylül ayında binaların yükseldiğini, Kasım ayında gittiğimizde de hazır olduklarını gördük. Sharm el-Sheikh ile kıyaslandığında altyapısı daha sağlam bir toplantıydı. Dubai ile kıyaslandığında nispeten daha derli topluydu. Geçen sene Dubai’de günde ortalama 20000 adım atarken bu sene 12000-13000 civarı yeterli oldu. Ayrıca mekanın önemli bir kısmı da kapalı alan olduğundan hava sıcaklığı fazla tesir etmedi.

Bakü aylardır bu toplantıya hazırlanmıştı. Hatta ilk günlerde neredeyse tüm yolları kapatmış olduklarından toplantıya gidebilmenin tek makul yolu servis otobüsleriyle ulaşımdı. Servis otobüsleri de kalabalık olmalarına rağmen iyi çalıştı. İki hafta boyunca Bakü’de tüm okullar tatildi, işyerlerinin çoğu da uzaktan çalışıyordu. Okulların tatil olmasının faydası, üniversite öğrencilerinden bir ordu oluşturup şehre dağıtmışlardı ve çoğu köşede “Yardım ister misiniz?” diyen gençler vardı. Kısacası, lojistik olarak ellerinden gelenin en iyisini yapmışlardı.

Ancak, bu toplantı bir fuar değildir. Bu toplantıyı sahiplenen ülke aynı zamanda iki senelik bir süre için uluslararası ortamda iklim değişikliği görüşmelerinin de bayrağını taşımak zorundadır. Azerbaycan bu noktada oldukça başarısız oldu. Büyük ve iyi organize edilmiş bir fuarı başarıyla tamamladılar ama son yıllardaki en başarısız Taraflar Konferansı’na da ev sahipliği yaptılar. Çünkü bu konferans bağlamında kendilerinden politik olarak ne beklendiğinin farkında olmadılar, olsalar bile ellerinden gelebilecek fazla bir şey yoktu.

Böylesi toplantılarda alınacak kararlar orada geçirilen iki hafta süresince alınmaz. Bu kararların çoğunluğu önceden belirlenen ama son iki haftada ayrıntıları düzenlenen kararlardır. Bunun sağlanabilmesi için de ev sahibi ülke toplantı öncesinde yoğun bir diplomasi çabasının merkezinde olur. Geçtiğimiz sene Birleşik Arap Emirlikleri bile toplantı öncesinde çeşitli ülkelerde toplantılar düzenleyerek çıkmasını istediği kararlar çerçevesinde kamuoyu oluşturmaya yönelik çalışmalar yapmıştı. Azerbaycan’ın yöneticisi Muhtar Babayev’i Bakü’de tanıdık. 

Aslında Babayev’in yapması gereken iş çok zordu ve bu zoru başarabilecek donanıma, hem kişisel hem de ülke bağlamında sahip değildi. Bu toplantıyı ülkemizde düzenleyecek olsak belki ülke bağlamda politika geliştirme açısından yeterliliğimiz olabilir ama, dünyanın herhangi bir devlet başkanını arayıp randevu alabilecek yetkinliğe sahip bir yönetici bulmakta zorluk çekeceğimizi düşünüyorum. Burada yanlış anlaşılmak istemem, “Sayın Cumhurbaşkanımız ya da Dışişleri Bakanımız bu randevuyu alamaz” demiyorum. Bu toplantının başkanı olarak belirlenecek kişi bugünkü siyasi sistemin tepesindekiler olamayacağı için, bir alt seviyeye indiğimizde Azerbaycan'ın zorlandığı gibi zorlanacağımız görüşündeyim, çünkü biz senelerdir devam eden görüşmelerin merkezinde hiç yer almadık, bu nedenle de o politikaların ustası sayılmayız.

Toplantıda üç ana konuya karar verilmesi gerekiyordu. Öncelikle, iklim değişikliğinin önlenebilmesi için BM gelişmiş ülkelere senede 1,3 trilyon dolar finansman sağlanması gerektiğini ortaya koymuştu. Gelişmekte olan ülkeler de bu finansmanın İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin temelinde olduğu gibi gelişmiş ülkeler tarafından sağlanmasını istediler. Gelişmiş ülkeler de 1992’de anlaşma yapılırken finansman sağlama yükümlülüğü olmayan ama aradan geçen zamanda gerekli finansmanı sağlaması kolaylaşan Çin ve Körfez ülkeleri gibi tarafların da katkı sağlaması gerektiğini söylediler. Ayrıca bu finansmanın sadece ülkeler değil tüm kanallardan toplanması gerektiğini belirttiler. Toplantılar bu noktada kilitlendi ve son ana kadar da çözülmedi. Son anda gelişmiş ülkeler “biz senede 300 milyar dolar vermeye çalışırız, bunu da hemen veremeyiz, şimdiki 100 milyar dolar seviyesinden 2035’e kadar 300 milyara çıkarız, ya bunu kabul edin ya da anlaşma olmaz” resti çektiler. Babayev de gelişmekte olan ülkeleri bunu kabul etmeye ikna etti ve bu önemli bir başarı olarak algılandı, ne yazık ki. Oysa para için toplanan bir konferanstan istenen finansman sonucu çıkmadığından yeryüzü en az 2℃ sıcaklık artışına mahkum edilmiş oldu.

“Finansman konusunda anlaşamadılar ama fosil yakıtlardan çıkış konusunda anlaşırlar” dedik fakat Babayev burada daha da kötü davrandı. Geçtiğimiz sene Dubai’de “fosil yakıtlardan uzaklaşma” kararı sonuç metnine girmişti en azından. Bu sene sonuç metninde “fosil yakıt” kelimesi bile geçmedi. Dolayısıyla bu bağlamda beklenilen ileri adımları bırakın, geriye doğru bir adım atıldı.

Ama daha ilk gün taraflar, ülkeler arasında karbon ticaretinin önünü açan kararı kabul ettiler. Biliyorsunuz benzer bir yapı Kyoto Protokolü’nde de vardı ve sera gazı salımlarını azaltmada hiçbir fayda sağlamamıştı. Şimdi tüm taraflar “emisyon ticaretinden nasıl para kazanırız?” konusunda hızla hemfikir oldular ama kimse “bu emisyon ticareti toplam salımları azaltacak mı peki? ” diye sormadı. Azaltmayacağını ama halkın gözünü boyama bağlamında epey faydalı olacağını kolayca söyleyebilirim.

Sonuç olarak, belki de Kopenhag’daki Taraflar Konferansı ile kıyaslanabilecek kötülükte bir COP yaşadık. Bir daha bu kadar kötü bir COP yaşar mıyız? Pek sanmıyorum, çünkü burada ümitlerin tamamen söndüğünü hissettim. Bu sene Bakü’ye gelmiş olanların önemli kısmının seneye Belem’e gitmeyi istemeyeceklerini düşünüyorum. Bence İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi artık yolunun sonuna geldi. Ya yeni bir anlaşma tasarlanır ya da bir daha COP’larda işe yarar bir sonuç alınamaz.


13 Kasım 2024 Çarşamba

COP29'da ilk günler

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 29. Taraflar Konferansı (COP29) bu hafta Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de başladı. Bu toplantı iki hafta sürecek ve iklim değişikliği ile ilgili pek çok konunun görüşülmesi ve karara bağlanması bekleniyor. Gene de çoğu kişi bu COP’a kısaca Finans COP’u gözüyle bakıyor çünkü buradaki ana konu tamamen para.

Açılış gününde ayrı bir toplantıda konuşan CAN (Climate Action Network) Direktörü Tasneem Essop çok doğru bir şey söyledi: “İsrail’in Filistinli çocukları öldürmesi için 2 trilyon dolar bulabiliyorlar, Amerikan ordusu için senede 3 trilyon dolar harcayabiliyorlar, fosil yakıtları sübvanse etmek için senede 7 trilyon dolar veriyorlar ama sıra iklim krizine geldiğinde paraları kalmıyor, bu hem gerçek değil hem de bunu kabullenmemiz imkansız.” Gerçekten de özellikle gelişmiş ülkeler istedikleri zaman, istedikleri işler için gayet yüksek paralar bulabilirken konu iklim ve çevreye geldiğinde nedense birden çekingen davranmaya başlıyorlar.

Aslında bu çekingen davranışın temeli İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin yapısına dayanıyor. Çerçeve Sözleşmesi, devletleri kabaca ikiye ayırdı: Gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler. Bu ayırımın ötesinde bir de düşünce pek konuşulmadan kabul edildi: Gelişmiş ülkelerin parası vardır, gelişmekte olan ülkelerin parası yoktur. Bu kabulün arkasından iklim değişikliği konusunda finans sağlama yükümlülüğü de gelişmiş ülkelere verildi. Ancak sözleşmenin kabulünden 32 sene sonra yeryüzündeki dengeler değişmiş durumda. 1992’de milli geliri çok düşük olan Çin şu anda bir dev oldu. Petrol üreten ülkeler de manevralarla gelişmekte olan ülke kabul edildi, dolayısıyla bugün iklim finansmanına katkı sağlayabilecek bu ülkeler grubu aslında finansmandan yararlanan ülkeler durumundalar ve ellerini ceplerine atmak istemiyorlar.

Gelişmiş ülkeler ise bu durumdan rahatsız oldukları için gene sözleşme çerçevesinde belirlenen kuralların arkasına sığınıyorlar. Bu kurallar da 2009 yılında Kopenhag’da yapılan COP’ta alınan kararlara dayanıyor. Kopenhag’da gelişmiş ülkeler Yeşil İklim Fonu’na iklim değişikliği için kullanılmak üzere 100 milyar dolar koymayı kabul ettiler. Ancak bugün gerek duyulan finansman 100 milyar doların kat kat üzerine çıktı. Bu durumda da gelişmiş ülkeler, parası olan gelişmekte olan ülkeler de bu fona destek koymazlarsa fona 100 milyar dolardan fazla para koymayacaklarını söylediler. 

Kısacası bir tarafta birkaç trilyon doları bulan iklim finansmanı ihtiyacı, diğer tarafta da 100 milyar dolardan fazla finansman sağlamamaya kararlı bir ülke grubu var. Bu problemin yakın zamanda çözülmesi de imkansız. İşte COP29 bu anlaşmazlık temelinde başladı.

İlk gün gündemin belirlenmesi bile yaklaşık 10 saat sürdü, çünkü COP28’de fosil yakıtların azaltılmasına karar verilmişti ve AB bu konuyu bir iklim değişikliği konusu olarak değerlendirmek istiyordu. Çin ve diğer gelişmekte olan ülkeler ise bunu finansman başlığı altında konuşmaktan yanaydı. Buradaki anlaşmazlık esasında kolay anlaşılabilir. AB fosil yakıtlardan çıkmaya oldukça yakın, o nedenle de diğer ülkelere fosil yakıtlardan çıkmalarını kolayca söyleyebiliyor. Ama gelişmekte olan ülkeler yenilenebilir enerji üretimi için finansmana ihtiyaç duyduklarından bu konu onlar açısından maddi bir gereklilik getiriyor.

Ayrıca Çin, AB’nin getirmekte olduğu Sınırda Karbon Düzenlemesi Mekanizmasının uluslararası kurallara aykırı olduğunu ve konunun bu platformda görüşülmesi gerektiğini söylüyor, AB de bunu kabul etmiyor. Bu iki konu, gündemin belirlenmesinin çok uzun sürmesinin en önemli iki nedeni. Sonunda ilk konuda Çin’in, ikinci konuda ise AB’nin dediğini yaparak uzlaşmaya varıldı.

Yalnız burada hepimizin görmesi ve anlaması gereken başlıca nokta bu toplantıda yeryüzünün, insanların ve diğer canlıların gelecekte neler yaşayacağının değil sadece paranın konu olduğudur. Ne acıdır ki bu toplantıdan kısa süre önce çıkan raporlarda böyle giderse yüzyılın sonunda küresel ısınmanın en az 3.4℃’yi bulacağı ortaya konulmasına rağmen devletlerin ana derdinin hala para olması. Oysa Essop’un da dediği gibi savaş için isterlerse gayet güzel para bulabiliyorlar, ama iş çocuklarımızın geleceği olunca sanırım herkesin cebine akrep kaçıyor.